Kimi zaman bir savaş bir kentin, bir ülkenin kaderini değiştirir, kimi zaman bir tek kişi koca bir ailenin…
LEYLA
Yalılarda doğmuş büyümüş bir paşazade, bir Osmanlı soylusu…
ALİ YEKTA
Uşaklık kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir İstanbullu…
RUKİYE-ROXY
Almanya’da doğmuş, seks modelliği yapmış bir hip-hop’çı…
Şiirsel tadı özgün anlatımla buluşturan Zülfü Livaneli, birbirini hiç tanımayan bu üç ayrı kişiliğin yaşamını, bir “İstanbul romanı”nda birleştiriyor.
Bu üç önemli karakter dışında kentlisi-köylüsü, varsılı-yoksulu, din hocası, söz sahibi bankacısı, gazetecisi… Değişik sosyal katmanlardan kişilerin her birinin bir nedenle ötekinin yaşamına girdiği, onu değiştirdiği; yetmişlerinde bir kadının eğitimi, kültürü, yaşama bakışıyla karşısındakine şapka çıkarttığı, kırklarında birinin hacı hocaların yalan yanlış bilgilendirmesiyle hayatına yön vermeye çalıştığı günümüz Türkiyesi…
Ve bir roman kahramanı gibi öne çıkan pırıltılı Boğaziçi’nde, Bosnalılar Yalısı’nın ilginç dünyası… Yalının kaderi, bir işgal subayıyla tanışmalarıyla değişmekle kalmamış, ailenin kalan son bireyinin yaşamı bu kez de hırslı, tutkulu yeni zengin bir çiftin acımasızlığıyla bir kez daha…
Leyla’nın Evi, dünyada sadece yaptığı müzikle değil, çeşitli dillere çevrilen, sinemaya aktarılan ve ödül alan kitaplarıyla da tanınan Livaneli’nin Mutluluk’tan sonraki romanı…
Leyla, Roxy ve Ali Yekta Bey’in Hayatıma Girişi
Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen akıntılarını, kıyıya çekilmiş sarı, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan martıları sık sık seyrederim.
Bir de iki yaka arasında mekik dokuyan motorlarını.
Bir kış günü hiçbir işim yokken bu motorlardan birine binip karşı kıyıya gittim, sonra geri döndüm. O gün sis, İstanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı. Hayal meyal seçilebilen tekneler, çırpınan denizin üstünde beşik gibi sallanıyordu. Motorları iskeledeki babaya bağlayan, denizden ağırlaşmış kalın urganın kokusunu içime çektim, tekne hareket ettikçe gıcırdayan sesini dinledim. Halat gerildikçe su damlacıkları fışkırtıyordu.
Bazı yolcular iskelede sarı, kırmızı, yeşil plastik leğenlerdeki suyun içinde oynaşan balıklardan alıyordu. Bir motorda balık kızartılıyor ve adam durmadan, “Balık ekmek, balık ekmek!” diye bağırıyordu. Balıkçı leğenlerinin yanından bir yeşillik fışkırıyordu; marullar, kıvırcıklar, rokalar ayrıca limonlar, turplar.
Hava soğuk mu soğuk; rüzgârlı. Erken gelen yolcular kendilerine birer yer bulmuş. Bıyıklı, çökük avurtlu bir adam, avucunun içinde rüzgârdan korumaya çalışarak sigarasını içiyor; bir günahı gizler gibi. Yanında ona sokulmuş iri kara gözlü, yıpranmış bir kadın; vaktiyle hayli güzel olduğu belli; başını, yumuşacık, adamın omzuna yaslamış. Bu küçük hareket bile, onların hayatını özetliyor: Bu sert toplumda himaye edilen bir kadın ve koruyucu erkek.
İri elli, üç delikanlı soğuktan birbirlerine sokulmuş, fısıldaşıp duruyorlar. Ağır işlerde çalıştıkları, geniş omuzlarını çökerten yorgunluktan belli oluyor; Doğulu çocuklar bunlar.
Birdenbire yolcu kalabalığı sökün ediyor. İşten çıkan, yorgun argın kendilerini motora atan insan kalabalığı iskele ile motor arasında uzatılmış ıslak tahtadan geçerken, alesta bekleyen motorun kâhyası, düşen olursa kurtarmak üzere elini kolunu hareket ettiriyor. Motorcu, “Kalmasın, kalmasın!” diye bağırıyor. Derken motor kalkıyor. İnsanlar soğuktan yakalarını kapatıyorlar; üstlerinde eprimiş pardesüler, kabanlar, kolları kısalmış ceketler… Eklem yerleri kızarmış ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışıyorlar.
Sonra tıklım tıklım dolmuş olan motor kalkıyor, kavis çizerek iskeleden uzaklaşıyor; Şehir Hatları vapurlarının, diğer motorların ve lüfer avına çıkmış sandalların arasından maharetle geçerek Üsküdar’a yöneliyor. Gürültücü deniz taşıtları kalabalığı, sanki bir rüyada uçar gibiler. Martılar denize dalıp çıkıyor, motorların arkasında bir parlayıp bir yok oluyorlar. Akşam karanlığı çökerken beyazlıkları daha da göz alıyor, çığlıkları daha da keskinleşiyor.
Motorcular bu kadar maharetli olmasa, yolcuların son anda gördüğü ve yüreklerini ağızlarına getiren bir büyük kütleye çarpmaları işten bile değil. Bu büyük gemi, yavaş davranan ve kimseye aldırmayan bir dev gibi suları yara yara önlerinden geçiyor, uskurunun çıkardığı dalga bir süre sallıyor motoru, sonra yine yola devam ediyorlar.
Yolcuların ellerindeki filelerden sebzeler, meyveler sarkıyor. Kucaklarına sıcak ekmekleri bastırmış olan aç yolcular, bunları ucundan kıyısından kemirmeye başlamışlar bile.
Anadolu yakasının ışıkları yanıyor; minarelerden, insanda ağlama isteği uyandıran bir akşam ezanı yükseliyor. Şehrin üzerinde yankılanan, gaipten gelir gibi olan yakıcı bir ses…
Balıklar naylonlarda hâlâ canlı ama sohbete dalmış yolcular bunun farkında değil. Avurtları çökük adam, omzuna yaslanmış olan kadına bir şeyler anlatıyor.
Kıyıdan, iştah kabartıcı kızarmış balık kokusu geliyor. Asma köprüler tıkalı, binlerce otomobil adım adım ilerliyor. Akşam karanlığı İstanbul’u kalın bir battaniye gibi sarıp sarmalıyor.
Hem bu insanları seyrediyor hem de hepsinin göçmen olduğunu düşünüyorum. Her birinin tipi ayrı; kimi esmer, kimi sarışın; kimi Balkan tipli, kimi Orta Asyalı… Bilmese, hiç kimse bu insanların aynı ülkenin vatandaşı olduğunu söyleyemez.
Kimi Balkanlar’dan kimi Kafkasya’dan, kimi Orta Asya’dan, kimi Ortadoğu’dan; Hicaz’dan Yemen’den, Kudüs’ ten, Rusya’dan, Gürcistan’dan, Bosna’dan, Bulgaristan’dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını, hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar.
Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları. İnsanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış. Aynen bu romandaki gibi.
Leyla’nın Evi’ni yazma ve hepimizin hayatına bir biçimde damgasını vuran bu mülk trajedisini anlatma fikri o gün, o motorda doğuyor.
Bir de bakıyorum karşımda, halden düşmüş Osmanlı soylusu bir kadın oturuyor: Zarif mi zarif!
Karşısında, saçının bir bölümü maviye boyalı bir kız: Asi mi asi!
Yanımda ise iyi giyimli, kravatını boynuna özenle oturtmuş, saçlarını briyantinle geriye taramış yaşlı bir adam: Mağrur mu mağrur!
Birbirlerini tanımıyorlar, herkes kendi iç dünyasına dalmış.
İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün hayatıma giriyorlar.
Bir daha hiç çıkmamacasına!
ZÜLFÜ LİVANELİ
LEYLA’NIN EVİ üzerine söylenenler:
İnsan kendi hikayesini yaşarken farkında olmadan da başkasının hayatını baştan sona değiştirebilir. Kendine akabileceği yeni mecralar ararken başka hayatlara değer ve kendisiyle birlikte onun yönünü de belirler. İşte tam da bu yüzden hayatlar da kültürler gibi birbirinin varlığına muhtaçtır.
Zülfü Livaneli’nin yeni romanı Leyla’nın Evi birbirinden habersiz hayatların nasıl da iç içe geçebileceğini, etkileyip etkileneceğini gösteren bir yapıya sahip. Bir eski zaman yalısının etrafında çakışan hayatlar değişimlerin karşılıklı yaşanmasıyla iç içe geçer ve umudun insan durdukça var olacağını söyler.
———————-
Değişen zamanlar, değişen hayatlar… Ama bütün bunlara rağmen yazgıları birbirine bağlı insanlar. Bu, romanın temel düşüncelerinden birini oluşturur. Çokkültürlülük, içiçe geçip bütünleşmiş ve koparılması imkansız ortak geçmiş, kişileri birbirine yakınlaştırır. Bu yüzden romanda İstanbul önemli bir yerde durmaktadır…Romanda göçmenlik, yurtsuzluk ve bunların getirdiği ötekilik, ait olamama duygusu özellikle bugünün gençleri ve yaşam biçimleri üzerinden tartışılır.
———————–
Romanda aşktan paraya, tutucu dünya görüşünden Kemalist bakışa, özgür seksten geleneklere, bir çok konu tartışmaya açılır. Başka bir yazarın elinde tamamen düşünce notlarına dönüşebilecek tehlikede olan bu mevzular Livaneli tarafından ustalıkla hikayelerin içine yedirilmiş.
Abidin Parıltı, Radikal Kitap Eki, 12 Mayıs 2006
Doğup büyüdüğünüz evinizden hile ile atıldığınızı ve aniden kapı önüne konduğunuzu düşünün. Zülfü Livaneli’nin yeni romanı “Leyla’nın Evi”, işte böyle bir dramla başlıyor. Yıllardır yaşadığı yalıdan kapı dışarı edilen Leyla Hanım, her şeyiyle değişmiş bir kentin ortasında buluyor kendini.
Bu kitapta anlatılan, biri yaşlı diğeri genç iki kadının birbirlerini keşfetme hikayesi değil sadece… Zülfü Livaneli yeni romanında, insanoğlunun barınma ihtiyacını ele alıyor. Bunu da İstanbul gibi sürekli göçlerle sarsılan bir şehir üzerinden anlatıyor.
Buket Aşçı, Vatan Kitap, 15 Mayıs 2006
Beni en çok heyecanlandıran Zülfü Livaneli’nin bu kitabı yazarken dil sandığımızdan bulup çıkardığı, hazine değerindeki müthiş sözcükler…
Mustafa Mutlu, Vatan, 8 Mayıs 2006
Livaneli, ‘Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben kışına vurgunum’ diye yazdıktan sonra tipik bir kış günü, motorlarıyla, köprüleriyle, insanlarıyla İstanbul Boğazı’nı anlatıyor ve o gün, motor yolculuğunda karşısına oturmuş, Osmanlı soylusu bir kadın, saçının bir bölümü maviye boyalı bir genç kız ve iyi giyimli, kravatlı yaşlı bir beyin yazarın yaşamına nasıl girdiğini betimliyor.
Tıpkı İstanbul’un tüm insanları gibi… Kendi diyarlarından kopmuş, birbirine karışmış insanlar, Leyla’nın Evi’nde ve Livaneli’nin kalemiyle müthiş bir öykü anlatıyorlar.
Nuray Soysal, Tempo Dergisi, Kitap Dünyası, 18 Mayıs 2006, Sayı:20